Türk Siyasi Hayatında MHP / Şükrü ALNIAÇIK
Eğer “Türk siyasi hayatı” başlığı ile akademik bir çalışma yapmayı hedefliyorsanız, bu başlık altında en fazla yüz elli yıllık bir dönemi tarayabilirsiniz. Ondan öncesi için gerçekçi başlık, “Osmanlı devlet yönetimi”dir. Türkiye’de siyasi partilerin tarihi 120 yıldan biraz fazladır ve bu nedenle de konu henüz objektif tarihçilerin eline düşmüş değildir. “Türkiye’de Siyasi Partiler” çalışmasının bir hukukçu tarafından yapılmış olması da aynı nedenle sürpriz sayılmamalıdır. (TUNAYA, 1952,1984)
Günümüzde “Türk siyasi hayatı” denince aklımıza önce siyasi liderler, sonra siyasi partiler, ilginç olaylar, kulisler, seçimler, bayraklar, semboller ve bütün bunların renkli hikâyesi geliyor. Oysa yaklaşık yüz elli yıl önce bu başlık, en fazla “Osmanlı siyasi hayatı” olarak atılabilir ve çalışma, estetik açıdan ancak gri renkli bir mermer bloğun boyuna kesilmesi kadar zevk verebilirdi.
Sarayın tüketim kalıplarındaki eşsiz renk ahengine ve bütün estetik zenginliğe inat, 1860’larda bu siyaset mermerindeki en ilginç damarlar, muhtemelen, 550 yıllık Osmanlı geleneğine Tanzimat’la eklenmiş Avrupai çizgiler olurdu. Bütün ilginç ve aykırı renkleriyle Türk siyasi hayatının bugünkü demokratik çizgisine gelmesinin ilk kahramanları hiç şüphesiz ki sürgünleri ve ölümleri göze alabilen Türkçüler, hürriyetperver Türk milliyetçileridir.
GİRİŞ: MHP Türkçülüğünün politik açılımı: Halkçılık ya da Demokrasi…
Günümüzde yani ilk siyasi parti olan İttihat ve Terakki’nin gizli bir örgüt olarak ortaya çıkmasından 120 yıl sonra, “Türk siyasi hayatı” denince akla birbirinden farklı tarihi damarlardan beslenen ve anayasa çerçevesinde faaliyet gösteren siyasi partiler gelmektedir. Bu demokratik renkliliğin temel nedeni, o yıllardaki mücadelenin, 1923’te tarafların değişimci olanı tarafından kazanılmış olmasıdır. Bu değişimci kanat, İttihat ve Terakki, kazanan ise onun Türkçü kanadıdır.
Ziya Gökalp, İTC kurucularından, Osmanlı Askeri Tabibi ve düşünce adamı Hüseyinzade Ali Bey’i “Türkçülükle Halkçılığın mürşidi” olarak görmüş ve 1918’de Yeni Mecmuada yayınlanan “Türkçülük Nasıl Doğdu” başlıklı makalesinde bu düşüncesini açıklamaktan çekinmemiştir. O’na göre, “Ali Bey, Petersburg darülfünununda iki tesir altında kalmıştı: Panislavizm, Sosyalizm… Ali Bey Panislavizmden Pantürkizm mefkûresini (ülküsünü- Ş.A.) çıkardığı gibi Sosyalizmden de Halkçılık ahlâkını aldı.” (GÖKALP, 18 Nisan 1918)
Kanaatimiz odur ki; ilk Türkçüler, özellikle de Gökalp, “Halkçılık” kelimesini “Demokrasi” anlamında kullanmıştır. Ancak tek partili hayat – demokrasi çelişkisi yüzünden olsa gerek zaman içinde Halkçı politika, “demos–kratia” (yani demokrasi) ideali olarak değil sehven “fakir ahaliyi sağlıklı, kültürlü ve uygar kılma programı” olarak algılanmış ve uygulanmıştır. Halkevleri, Halk Eğitim Merkezleri ve Hıfzıssıhha faaliyetlerinin CHP’deki Halkçılık ilkesinin açılımı olarak anlatılmasının manası budur.
Gökalp’in Kapitalizm ve Sosyalizm karşısında bir orta yol olarak ortaya koyduğu Siyasi Halkçılık, (democratie-politique) aynı zamanda kapitülasyonların doğurduğu yerli-yabancı ve Türk-İslâm unsuru-gayrimüslim cemaat ayırımlarına da son vermektedir.
Gökalp’e göre “Haricî ve dahilî kapitülasyonların ilgası bu imtiyazları da ref ettiğinden bugün Türkiye’nin siyasî nokta-i nazardan tamamiyle demokratik, yani halkçı bir cemiyet olduğunu iddia edebiliriz.” (GÖKALP, 14 Şubat 1918) Bu alıntıyı, cümlenin içeriğindeki Demokrasi-Milliyetçilik aşkından çok, “Halkçı” kelimesinin nasıl “Demokrat” kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanıldığına dikkat çekmek için yaptığımı belirtmekte fayda görüyorum.
Ziya Gökalp, Türkçülükle Halkçılığın birbirinden ayrılamayacağını dini referanslardan esinlenerek de vurgulamıştır: “Dini ilmihalimiz, bize inançta mezhebimizin Maturidilik ve hukukta mezhebimizin Hanefilik olduğunu öğretiyor. Bizde, buna benzeterek, şu ilkeyi ortaya atabiliriz: Politikada mesleğimiz Halkçılık ve kültürde mesleğimiz Türkçülüktür”(GÖKALP: 1969, s 121).
Gökalp’in yolundan giden Atatürk, 1923’te Halk Fırkası programına ve 1937’de 1924 Anayasasına (5 Şubat değişikliğiyle) Halkçılık ve Devletçilik ilkelerini eklemekle “Dayanışmacı Demokrasinin” (Solidarist Halkçılığın) toplumsal ve iktisadi gereklerini hukuken yerine getirdiğini düşünmüş olmalıydı. Ancak Cumhuriyeti kuranların demokrasi konusundaki iyi niyeti, “tek parti” yönetiminin gölgesinde, yanlış anlaşılan ve uygulanan “Halkçılık” paravanının arkasında kalmıştır. MHP’nin de 9 Işık’taki Gelişmecilik ve Halkçılığı, demokrat kimliğin bir kartviziti gibi sunabildiğini savunmak güçtür.
Bundan 100 yıl önce “Demokrasi” ile “Halkçı Politika” aynı şeylerdir. Ziya Gökalp Türkçülüğü, halkçı politikaya uygun yani demokratik bir Türkçülüktür. MHP’nin “9 Işık”la doktrine ettiği ve MHP ile harekete geçirdiği Milliyetçik de işte böyle bir Milliyetçiliktir. Cumhuriyeti kuran Türk halkını her bakımdan güçlendirerek, dünyada söz sahibi bir millet haline getirmek ve bu ulusal gücü Türk birliği için kullanmak… Sıkça tekrarlanmasa da Türk Milliyetçilerinin hedefi budur.
Bu hedefe yönelmek için öyle çok derin halk, millet, ümmet, Turancılık Türkçülük, Ulusçuluk, Ulusalcılık kavram tartışmalarına da gerek yoktur. Milletler kavgasında ayakta kalmaya kararlı, adam gibi adam olmak yeterlidir. Bu tartışmalar, genellikle oyun bilmeyen gelinin “yerim dar” demesine benzer kaçış yollarıdır.
I. BÖLÜM: MHP’nin Türkçü tarihi damar üzerindeki yolculuğu
Türk siyasetindeki ana damarlardan bahseden ilk yazar, İTC’nin gizli kuruluşundan 15 yıl sonra konuyu kaleme alma cesaretini gösteren Yusuf Akçura’dır. O’nun 1904’te “Üç Tarz-ı Siyaset”iyle yaptığı saptamadan bu yana Türkiye’de siyasi partiler gizli veya açık İslamcılık ve Türkçülük ana damarlarından beslenmiştir. Türkçülüğün anayasal güç haline geldiği 1924’ten sonra kurulan partilerin hepsi anayasal olarak sözde “Türk Milliyetçisi”dirler. Ancak bu partilerin çok azı Milliyetçiliğin hakkını verebilmiş, demokratik hayatı borçlu olduğumuz “halkçı milli mücadele”ye, Türklük bilinciyle sadık kalabilmişlerdir.
Akçura, bir Türk Milliyetçisi olarak 1804’teki Sırp isyanından beri darbe üzerine darbe alan “Osmanlıcılığın” başarısından umutlu değildi. Osmanlıcılık artık bir siyasi ana damar olma kabiliyetinde değildi. II. Mahmut reformları, Tanzimat ve Islahat Fermanları, bu damardaki tıkanıklığı açamamış, tam tersine damar irredantist hücumlarla tamamen tıkanmıştı.
Kendisinden önceki milliyetçilere göre daha cesur, askerlere göre ise daha gerçekçi olan Akçura, “İslam Birliği”ne ve “Türk Birliği”ne eşit şans verirken, Türkçülüğü ilk kez siyasi bir model olarak gündeme getirebilmenin kapısını aralıyordu. (AKÇURA, 1976, 35)
II. Meşrutiyette siyasi hayat renklendiğinde artık İslamcı ve Türkçü partiler kurulabilirdi; ancak artık Osmanlıcı bir partinin başarı şansı kalmamıştı. 1912’de Trablusgarp’ı, 1913’te Arnavutları, 1917’de Hicaz, Yemen, Irak, Ürdün, Filistin ve Suriye’yi de kaybedince İslam Birliğinin hayat alanı daralırken, Türkçülüğün siyaset kabiliyeti daha da güçlendi.
1919’da Kurtuluş Savaşı, Anadolu ve Rumeli’de Türklüğün, ümmet temeli üzerine bina edildiği yeni bir uluslaşma sürecini başlattı. Artık Ortadoğu resmen elden gitmiş, İslam Birliği için artık yapacak fazla bir şey kalmamıştı. Ortadoğu haritası savaşlarla yeniden çizilirken siyasetin de askerlerin eliyle şekillenmesinde şaşıracak bir şey yoktu. Askerler, “kal” yani teori ne olursa olsun “hal”den yani yaşanılan pratikten dolayı Türkçüydü ve Üç tarz-ı siyasetten geriye kalan sadece Türkçülük olmuştu.
Yakın tarihimizde demokrasinin gelişiminde, millet, halk ve “Türk” kavramlarının nasıl da yan yana güçlendiği dikkatlerden kaçmıştır. Siyasette Türkçülüğü, Türk Milliyetçiliğini bir çözüm alternatifi olarak gören fikir adamları, örgütlenmeyi de tek yol olarak görmüşlerdi. 1889’da Askeri Tıbbiye’deki genç soydaşlarına örgütlenmeyi telkin ederek İttihat ve Terakki’nin fikir babası olan Hüseyinzade Ali Bey, Rusya’daki öğrencilik yıllarında hem Türklüğün ve demokrasinin hem de örgütlü mücadelenin önemini kavramış bir Turancıydı. Cemiyetten partiye geçilen II. Meşrutiyette ise parti, dış siyasetin zorlamasıyla hızlı bir şekilde asker kökenli Türkçülerin hâkimiyetine girdi. (1908-1914)
Türkiye’de demokratik bir siyasi hayat için mücadele eden Ziya Gökalp, Yusuf Akçura gibi Türkçülere göre halk demek, Türk demekti, halkın iktidarı anlamına gelen demokrasi de Türk’ün yönetimde söz sahibi olmasıydı. Böylece Türkiye’de Milliyetçilikle demokrasi aynı anda gelişti.
1- Türkçülükten Müdafaa-i Hukuka geçiş
Mustafa Kemal’i, Enver’in başını çektiği İttihatçı generallerden ayıran en önemli unsur, O’nun İngiliz tipi demokrasi yerine Fransız tipi demokrasiyi yani laik Cumhuriyeti çıkar yol olarak görmesiydi. Bu yüzden halk daha meşrutiyetin evrimci enerjisini özümsemeye çalışırken, O’nun cumhuriyet gibi devrim gerektiren bir amaçla harekete geçmesi, Meşrutiyet için kurana el basmış İttihatçı dava arkadaşlarıyla arasındaki kopuşun bir başlangıcı oldu.
Sarayla “hürriyet aşığı” Enver arasında hâkimiyet mücadelesi sürerken Mustafa Kemal iki karşıt alternatifin arasından sıyrılarak hakimiyeti şu “fakir ve asil” millete devretmeye karar verdi. Bu karar, Fransız tipi jakoben bir tavırla Türk tipi babacan bir milliyetçilik arasında bir yerlerde alınmıştı.
Okur-yazar oranı % 15 kentli nüfus oranı % 10 olan bir ülkede Milliyetçi fikirlerin halkla buluşamaması, mütefekkirlerin jakoben olmasından değil, ülkenin ulaşım ve iletişim pratiğinden kaynaklanıyordu. 1919’da Mustafa Kemal’in Anadolu’da sivil çalışmalar yapması, ve kongreler toplaması, Milliyetçiliğin tabana yayılması için bulunmaz bir fırsat oldu.
Bu yolla, Türkçülük, “Üç Tarz-ı Siyaset”in alelade bir ayağı olmaktan çıkıp, büyük bir ekseriyetle halkın siyasi tercihi halini aldı. Kurtuluş Savaşı’nı yapan siyasi irade, işte bu Kuva’y-ı Milliye ruhudur. Mustafa Kemal, Sivas Kongresinde bu ruhla hareket eden bütün bölgesel cemiyetleri birleştirerek “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adını verdi. Bütün meşru siyasi partilerin temeli bu cemiyete dayanır. Ancak pek çok siyasi parti, bu bilinçten yoksun olarak kurulmuş ve kapanmıştır. Bu maziyi, kurtuluş savaşını ve ana siyasi damarları tanımadan günümüzün siyasi olaylarını sağlıklı olarak analiz etmek mümkün değildir.
2- Müdafaa-i Hukuk’tan Halk Fırkası’na geçiş…
Siyasi partiler, aslında bir fikri, düşünceyi, ideali yaşatmak için kurulurlar, bu ideolojinin veya programın iktidar olup olmaması ise tamamen şartlara bağlıdır. İnsanlar ölümlüdür. Kurumlar ise yeni nesillerle ve kadrolarla fikirlerin, ideallerin taşıyıcısı olurlar. Kurucuların fikirleri ve idealleri, artık o partideki daha genç görevlilere emanettir.
Mustafa Kemal Atatürk, CHP’yi kurarken çok akıllı bir taktik uygulamıştı. Ülkedeki tüm “Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri”, bir gecede tabela değiştirerek “Halk Fırkası”na dönüşmüş; böylece Kurtuluş Savaşıyla, Cumhuriyet rejimi iç içe geçmişti. CHP’ye dışarıdan sataşanlar, hem parti programıyla özdeşleşen anayasaya ve rejime hem de İstiklal harbine ve Lozan’a sataşmış olacaklardı.
Bu yüzden Atatürk’ün sağlığında ciddi ve kalıcı bir dış muhalefetten söz edilemezdi. 1924’te ve 1930’da kontrollü muhalifler ortaya çıktıysa da bunlar, TCF ve SCF adlarıyla partileşen, derin İttihatçı faaliyetlerdi. Atatürk hayatta iken, iktidara gelme ihtimali olan denetimsiz bir muhalefet partisinin kurulması mümkün değildi. Biz burada CHP’deki Atatürk zamanında ve sonrasında yaşanan sıkıntıları ve bölünme sebeplerini incelemeyeceğiz. MHP’nin beslendiği Türkçü damarın izini sürmeye devam ediyoruz.
3- Parçalanma, Demokrat Parti ve Millet Partisi’nin kuruluşu
Atatürk’ten sonra etkisini artıran CHP’deki parti içi muhalefet, 1945’te önce Demokrat Parti olup ayrıldı. 1948’de ise DP’nin muhalefetini yetersiz bulan sert muhalifler, Millet Partisini kurdular. Böylece Kurtuluş Savaşı’nı yapan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, üçe ayrılmış oldu. 1923 ruhu üç parçaya ayrılmıştı:
- CHP, İnönü’ye kalmıştı. (1938 Ruhu)
- DP, Celal Bayar’daydı. (1946 Ruhu)
- MP’nin başında ise Yusuf Hikmet Bayur vardı. (1948 Milliyetçi Ruhu)
4- Millet Partisinden Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne geçiş
Millet Partisinin sembol ismi Mareşal Fevzi Çakmak’tı. 1924’te “Askerler ya meclise ya kışlaya” komutuyla asli görevine dönmüş; fakat İsmet Paşa’yla ilgili derin kaygılar 22 yıl sonra O’nu tekrar siyasete döndürmüştü. 46’da Demokrat Parti Milletvekili olduktan sonra Sorbonne mezunu, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, Tarihçi Yusuf Hikmet Bayur’la birlikte Millet Partisi’ni kurdu. O’nun vefatından bir süre sonra 1954’te Millet Partisi kapatıldı. On gün sonra Osman Bölükbaşı, aynı omurga üzerinde Cumhuriyetçi Millet Partisini kurdu. Bu parti 1958’de Köylü Partisiyle birleşerek CKMP oldu.
5- CKMP’nin MHP’leşmesi
Alparslan Türkeş, Cumhuriyetçi “Köylü Millet” Partisi adını ve mütevazı yapısını Gökalp’in sosyal dayanışmacı Türkçülüğünü hatırlatmak için iyi bir platform olarak değerlendirmiş olmalıdır.
Sürgün dönüşü 1965’te Alparslan Türkeş, Ahmet Er, Muzaffer Özdağ, Dündar Taşer gibi 14’ler grubunda kader birliği eden dava arkadaşları hep birlikte Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinde siyasete başladılar ve aynı yıl Türkeş, partinin genel başkanı oldu. CKMP, 1969 Kongresinde Milliyetçi Hareket Partisi adını aldı.
27 Mayıs hareketinin içinde bulunarak Sosyalist azınlık iktidarı (bir tür BAAS) planlarının farkına varan Alparslan Türkeş, Hindistan dönüşü CKMP üzerinden siyasete atılırken, cuntacı devrimci solun sokak hâkimiyetine karşı koyacak bir gençlik örgütlenmesini de başlattı. İttihat ve Terakki’den bu yana Türk subayları ülke siyasetine ilgi duymuşlardı ancak müesses nizam içinde tek başına doktriner bir mücadele başlatan herhangi bir asker olmamıştı. Türk İnkılâbı, kurulu düzendeki bir siyasi faaliyet olarak görülemez. Bu nedenle Atatürk’ün askeri şahsiyeti üzerinden bir mukayese yapmak yanlıştır.
Türk siyasetinin Türkçü tarihi damarı üzerinde kurulup da ayakta kalabilen tek parti olan Milliyetçi Hareket Partisi, 9 Şubat 2011’de 42. kuruluş yılını kutlamıştır.
II. BÖLÜM: MHP’nin karakteristik özellikleri
A- Partinin Türkçü ve Halkçı karakteri:
Petersburg’da devrimci halkçılık tahsil etmiş, Hüseyinzade Ali’nin yolundan giden Gökalp, “politikadaki mesleğimiz halkçılıktır” derken Türkçülükten, devrimci bir kalkınma ideolojisine kapı aralamış oluyordu. Atatürk bu devrimin devrimcisiydi. Bazılarının yanlış anladığı gibi sınıfçı Sovyet devriminin değil. Atatürk’ün ölümünden sonra, düşünce ve uygulama tembelliği yüzünden Türk’e özgü tasarlanmış Gökalpçi solidarist modelin yerini, Sosyalist Sovyet veya Liberal Amerikan modellerinin alması, MHP’nin 1960’larda ortaya çıkışındaki en önemli amillerden biri olmuştur. “Her şey Türk İçin Türk’e göre Türk tarafından” MHP’nin unutulmaya yüz tutan Mustafa Kemal Türkçülüğünü çağrıştıran ilk sloganı oldu.
Gökalp, aydınların iki nedenle, a) Kültür almak için b) Medeniyet vermek için halka gitmesi gerektiğini söylüyordu. Her şey böyle başlamıştı. Ancak, 1940’larda halka vergi almak, 1950’lerde ise oy almak için gidilmişti. Kimsenin bir şey verdiği de yoktu. Halk kendiliğinden göçünü kaldırıp kente gelirse uygarlığın bir ucundan nasipleniyordu. Türkeş ve arkadaşları, komünist üreten bir bataklığa dönüşen bu sahte halkçılığa ve demokratlığa karşı, öz kaynaktan beslenen sert damarlı bir milliyetçi muhalefet başlatarak sisteme meydan okudular. Sistem onlara önce taş, sopa ve tabancayla, sonra da postalları ve tanklarıyla cevap verdi; 12 Eylül, demokrasinin her karesi gibi MHP’yi de ezdi geçti.
B- MHP’nin demokratlığı:
Kendisiyle yapılan bir röportajda Alparslan Türkeş,
“Ülkümüz yolunda siyasi mücadeleye girdiğimden beri demokrasiyi savundum…
Bütün konuşmalarımda demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü savundum. Bir
partinin totaliter olması için fikir oluşturma faaliyetlerinin demokrasiyi savunmaması,
hür düşünce ve hukuka bağlılığı hiç olmazsa taraflarına telkin etmemesi gerekir.
Hâlbuki biz, hür düşünceyi, hukukun üstünlüğünü savunduk ve işledik.”
demektedir. (AKYOL: 1977) Ayrıca Alparslan Türkeş’in şu sözü yıllarca Ülkü Ocaklarının duvarlarını süslemiştir: “En kötü hukuk düzeni bile en iyi darbe düzeninden daha iyidir.”
C- Bir İddia: “Ülkücüler, demokrasi kahramanı ve demokrasi şehitleridir”
Hukuk düzenini savunan Ülkücülerle sandıkla iktidara gelme ümitleri olmadığı için “İktidar namlunun ucundadır” diyen Devrimciler, 1970’lerde sokaktaki çatışmanın taraflarıydı. Ülkücülerin Alparslan Türkeş’in sağladığı disiplin içinde iki farklı hizibe ayrılması bile mümkün değilken solda birçok silahlı fraksiyon ortaya çıkmıştı. Maocular Lenincileri öldürüyor, Leninciler Enver Hocacıları kovalıyordu. Genellikle de Ülkücülere acımasızca saldırıyorlardı.
Birçok MHP il başkanı, ilçe başkanı öldürülüyor, Ülkücü gençlerin bu mücadeledeki kayıpları binlerle ifade ediliyordu. MHP parlamentodaydı, karşısındaki silahlı güce ve ekonomik imkânsızlıklara rağmen hukuk düzeni içinde seçimlere giriyor, iktidar olmaya çalışıyordu. Bilimin objektifinden bakıldığında, dünyanın neresinde olursa olsun böyle bir lider yani Alparslan Türkeş bir demokrasi kahramanı, onun izinden ölüme giden Ülkücüler de birer “demokrasi şehidi”dir.
Sarayburnu’ndan İmralı’ya tünel kazmayı düşünerek mizah yaratanlar hariç Türkiye’de hiç kimse Menderes’i asan darbeci siyaset kültürüne karşı mücadele etme, sokağa çıkıp can verme cesaretini gösterememişti. Oysa o demokrasi cellâtlarının yolundan giden sosyalist cuntacı sola karşı silahlanmak zorunda kalan Ülkücüler, genellikle sağcı demokratların çocukları ve torunlarıydı. Karşılarında ise darbeye “Ak Devrim” diyen CHP’li ailelerden gelen gençler vardı. Böylece 1978 CHP’si, 68’li devrimci gençlerin arkasındaydı. Bugünkü Marksist bölücü örgüt PKK’yı besleyip büyüten de 1970’lerin kozmopolit CHP’sidir. Türk basınının CHP’nin yayın organı durumuna gelmiş Ulus’tan ve Akis’ten yetişme ustaları ile onların çırakları ne yazık ki bu dönemin doğru anlaşılmaması için ellerinden geleni yapmışlardır. Bu nedenle toplum ve gençliğin MHP’nin demokrat yönünü tanıması ve onun halkçılığını anlaması hala tam olarak mümkün olamamıştır.
Ülkücüler, 12 Eylül öncesinde adını bile koymadan ölümcül bir demokrasi mücadelesi vermişlerdir. Soğuk savaşın kardeş kavgası üreten mücadele sistematiği, onları, “seçimle iktidara gelebilmek için” yöneticilerinin ve mensuplarının ölümü göze aldığı bir siyasi partinin taraftarı yapmıştı. Rakipleri, Ülkücülere “Faşist” diyorlardı. Halbuki faşizm suçtu ve Ecevit döneminde bile Türk mahkemelerinde faşizm suçundan yargılanan tek bir Ülkücüye bile rastlanmamıştı. 12 Eylül askeri mahkemelerinde de böyle bir suçlama görülmeyecekti. Ancak, bu söz Ülkücülere o kadar çok söylendi ki; zaman içinde Ülkücüler, düşmana korku veren bir palabıyık misali, bu etiketi zımnen benimsemeye başladılar.
Bir yandan da Ülkücü teşkilat disiplininde askeri emirlerin sorgulanamazlığını ifade etmek için kullanılan, “Ülkücülükte demokrasi yoktur” sözü, demokrasi kavramıyla Ülkücülerin arasına bir perde çekmeye başlamıştı. Oysa Alparslan Türkeş, bütün silahlı Marksist saldırılara rağmen Ülkücüleri kavgadan uzak tutmaya, MHP’yi demokrasi yolundan ayırmamaya çalışıyordu.
Tarihte bir siyasi partinin demokratik sistem içinde iktidar olmaya çalışırken bu kadar çok can kaybına uğradığına dair başka bir örneğe sahip değiliz.
D- MHP’nin Atatürk ilkeleriyle maneviyatçılığı uzlaştırması
MHP’nin karakter çizgileri, Türkiye’de sağ denince akla Atatürk karşıtlığının sol denince de inanç düşmanlığının geldiği dönemlerde belirginleşti. Ülkücüler, 1970’lere doğru göğsünde Atatürk rozeti taşıyan ama ellerinden Marks’ın Lenin’in kızıl devrim hikâyelerini düşürmeyen Moskovacı komünistlerle tanıştılar. 1968’de 6. Filoya bağlı Amerikan askerlerinin Dolmabahçe’den denize dökülmesi efsanesinin Atatürk’teki gibi, milletle, siyasetin millileştirilmesiyle bir ilgisi olmadığını, hizmetin milletten ziyade işçi sınıfının yükselen Kızıl bayrağına, SSCB’ye olduğunu gördüler. CHP’nin genç tabanında önce sol, sonra sosyalizm, sonra da derinden derine Komünist devrim beklentileri, Atatürk ilkelerinin yerini almıştı.
Fakülte kantinlerinde, dergi köşelerinde ve örgüt bildirilerinde Atatürk’ün yerine Karl Marks, Laikliğin yerine Darwinist ateizm oturmuştu. Devrimci Sol, “yasadışı” TKP’nin 1955’te Doğu Berlin’de gerçekleştirdiği kongrede aldığı kararı uyguluyordu. “Bir ülkede aşılamayacak değerler ve semboller varsa, bunlar sosyalizm amacı uğrunda benimsenmeli ve bayraklaştırılmalıdır.” CHP iktidarlarının besleyip büyüttüğü sol fraksiyonlar için söz konusu sembolik değer, “Atatürk”ten başkası değildi. Bu hassas dönemde MHP’yi sahte Atatürkçülük karşısında temkinli, solun laikliği sömüren din karşıtlığı karşısında dine saygılı kılan gerekçelerden bazıları bunlardır.
Alparslan Türkeş, duvarında Atatürk resmi bulunmayan Ocakları denetlemez ve bu tavrıyla adeta cezalandırırdı. İçinde sosyal demokrat, sosyalist ve gizli Komünist unsurlar barındıran, iktidarı döneminde Marksist örgütlenmeleri kolaylaştıran CHP’ye karşı girişilen siyasi mücadele, pek tabiidir ki; “Laiklik üzerinden” yürütülemezdi. Marksist sınıf fanatikleri, doğru dürüst sınıf filan da bulamadıkları ülkemizde “Laikliği” değil, “Milliyetçiliği” ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı. Alparslan Türkeş, bu gerçekle daha İnönü zamanında 1944’te tanışmıştı.
Atatürk ilkeleri, Atatürk’ün adıyla ezberlenmiş olsalar bile bu prensipler aslında Türk Milletinin yaşama, var olma ve yükselme prensipleridir. 1960 darbesinden sonra Türk Milleti’nin devletiyle, devletin de milletin değerleriyle barışmasını merkeze alan MHP, bu ilkeleri ezberlemeden, ezberletmeden, bayrak yapıp asmadan, afiş ve tabela yapmadan yaşamıştır ve yaşatmıştır.
Söylemler ve politik hedefler bakımından Atatürk ilkeleriyle en az çelişen parti MHP’dir. CHP, Sosyalist enternasyonale üye olduğu andan Ecevit’in 1990’larda değişen dünyaya göre kendini yenilemesine ve Baykal’ın CHP’nin başına geçmesine kadar Milliyetçiliği tamamen unutmuş; Laiklik ilkesini ise “din ve vicdan özgürlüğü” tarafını pek de dikkate almadan militanca uygulama yoluna gitmiştir. Hatta bazı CHP’liler, kendi ateist yaşam tarzlarını, Laiklik olarak dayatma çabası içine de girmişlerdir. Bugünkü AKP iktidarının sorumlusu, jakoben CHP söylemleridir.
1970’lerde neden daha çok “Milliyetçilik” ve Maneviyatçılık vurgusu yapıldı?
Siyasi karakteri ve şöhreti, Komünizmle mücadele yıllarında oluşan MHP’nin Atatürk ilkelerinden özellikle Milliyetçiliği bayraklaştırması son derecede mantıklıdır.
Burası önemli:
1- “Din afyondur!” diyenlere karşı “Laikliği” değil; ancak dindarlığı savunabilirdiniz.
2- “Halkları özgürleştireceğiz, Çin Halk Cumhuriyeti gibi eşitlikçi devlet kuracağız!” diyenlere karşı “Halkçılığı” değil; Milliyetçiliği savunabilirdiniz.
3- Devrim yapacağız devrim; akın var akın, güneşin fethi yakın!.. diyenlere karşı “İnkılapçılığı” değil, muhafazakarlığı savunabilirdiniz.
4- “Burjuva sınıfına son vereceğiz!” diyerek katı bir devletçiliği, sosyalizmi savunanlara karşı “Devletçiliği” değil, küçük esnafı, mülkiyet hakkını, sosyal tabakaları savunabilirdiniz.
5- Enternasyonalist bir gençlik yetiştirmek amacıyla milli tarihimizin tamamına düşman olmuş rakipler karşısında köklere küskün bir “Cumhuriyetçiliği” değil, milli tarihi, Selçuklu’yu, Osmanlı’yı Atatürk’ün de “ecdadım” (dedelerim) dediği Alparslan’ı, Fatih’i savunabilirdiniz.
6- “MHP Milliyetçiliği” ile anayasal bir hak olan Atatürk Milliyetçiliği arasında, MHP’de 1923 CHP’sinin yerini alan kurumsal canlılık ve güncelleme kabiliyeti dışında hiçbir fark yoktur. MHP’ye “ırkçı” diyenler, kullanacak siyasi malzeme bulamayınca kolayca iftira atan ve Kürt oylarını toplamak için ajitasyon yapan Komünistler ve Siyasal Ümmetçilerdir.
E- MHP-Laiklik ilişkisi:
MHP’nin Din ve Laiklik konusundaki tutumu, diğer konulardaki dürüst ve samimi tutumundan farksızdır. 1970’li yıllar, kavgadan artan zamanlarda biraz da denetimsiz bir fikir savaşı ve adam kapma yıllarıydı. 60’lı yıllarda münazaralarda güç kazanan edebiyat bölümü öğrencileri, kantinlerde sazı eline aldı mı kolay kolay bırakmıyordu. Komünistler, Karl Marks’ın Hıristiyanlık için söylediği ve bu yüzden de kısmen haklı olan “din afyondur!” sözünün üzerine iki tane de cinsel özgürlük nutku patlatınca okul kantinlerinden taşralı abazan devşirme ihtimalleri birkaç kat artıyordu.
Ülkücülerin elinde ise “ortada işveyle süzülen” güzel kızlara karşı, “İslam ahlak ve fazileti,” hazneye kolayca sürülen kızıl mermilere karşı ise “Türklük gurur ve şuuru” vardı. Kavga mukaddesat zeminine oturduktan bir süre sonra “Rehber Kuran, Hedef Turan” ve “Kanımız aksa da Zafer İslam’ın” sloganları kavga meydanlarını çınlatmaya başladı. Böyle olunca da özellikle 1977’den sonra toplumda MHP’nin Laiklik konusundaki kararlılığı ile ilgili şüpheler oluşmaya başladı. Siyasi partiler, genellikle programları veya kağıt üzerinde kalmış projeleriyle değil, mensuplarının attığı sloganlarla şöhret bulurlar. MHP’nin İslam’la ve buna bağlı olarak Laiklik’le olan siyasi yakınlığının tanıtıcı reklamı da bu yüzden ne yazık ki sadece sloganlardan ibaret kaldı.
Siyaseti, centilmen bir hukuk savaşı gibi gören MHP yöneticilerinin hiçbir devirde dünyaya mal olmuş İslam’ı veya Türk Milletinin ortak değeri olan Atatürk’ü, siyasi bir amaç için kullanmaya çalıştığına tanık olamazsınız. MHP’liler, seçim meydanlarına daima kendi beşeri ürünleriyle çıkmışlardır. Ürünle ilgili bir tanıtım ve piyasa araştırması yapmasalar da başkalarının ürünleri üzerinden, Allah’ın dinini veya milletin Atatürk’ünü kullanarak siyaset yapmayı, illegal güç kullanımı veya kuralsızlık saymışlardır. Bu yüzden MHP’nin siyasi nutuklarında ne dinden ne de Atatürk ilkelerinden söz edildiğini duyabilirsiniz.
MHP, Atatürk gibi konuşur; fakat “Atatürk gibi konuştuk” demez. MHP’yi CHP’den ayıran budur.
MHP, inancı uğruna şehitler vermiş tek partidir fakat dini siyasete alet etmez. MHP’yi AKP’den ayıran da budur.
MHP, her iki partiye göre de Laikliğe daha uygun ve sadık bir tutum içindedir. Özellikle CHP tarafından laçkalaştırılmış Laikar tutumlardan kaçınır.
Kısacası MHP, İslam’ı ve Laikliği, vakur bir Türk edasıyla, lakırdı etmeden, dedikodusunu yapmadan yaşar. Ne inancı tanzim, ne laikliği dayatma… MHP’nin bu konularda Atatürk’ten ve Kuva’y-ı Milliye Ruhundan farklı bir söylemi yoktur. Laikliği bir sorun haline getirenler, onu yanlış okuyup, yanlış uygulayan ve yanlış dinleyip yanlış algılayanlardır. MHP’nin laiklik konusundaki tutumu, Millet sevgisine dayalı bir faydacılıktır. Milli birlik için Laiklik şarttır. Milli kalkınma için laiklik şarttır. Laiklik, inanç hürriyetini de temin ettiğine göre Milli huzur için laiklik şarttır. İrade-i cüziye olmadan ibadet caiz olmadığına göre makbul bir ibadet için de Laiklik şarttır. Laiklik anayasanın değişmez hükümlerinden birisidir. 42 yıllık tarihinde MHP’nin laiklikle ilgili olumsuz bir özel anısı olmamıştır.
SONUÇ: MHP’nin 1923 ruhunu tek başına üstlenmesi:
Günümüzde 1923 Ruhunun, Cumhuriyetin ürünü olarak siyaset sahnesinde yer aldığını iddia eden partilerin tarihi kodları incelendiğinde:
1- 1938 Ruhu adını verebileceğimiz. İnönü CHP’sinin, 1969’da Ortanın Solu’na, 70’lerde Sosyalist Enternasyonale kayarak bugüne kadar geldiğine hükmedebiliriz. Bu CHP, çoktan el değiştirmiş ve 68 kuşağı Marksist devrimcilerin eline geçmiştir.
2- 1946 Ruhu adı verilen Bayar-Menderes DP’sinin, AP döneminde de devam eden ilkesiz oy avcılığı nedeniyle oy deposu cemaatlerle uzlaşarak, 1923 ruhundan epeyce uzaklaştığını kabul edebiliriz. Ayrıca bu demokrasi hareketi, dünyadaki liberal ve açık toplumcu turuncu devrimlerden de etkilenerek son 10 yıl içinde milliyetçilikten tamamen kopmuştur. “46 Ruhu” söylemi, “Türk Baharı” sloganıyla en son AKP’nin ağzındadır.
3- 1948 Ruhu demektense taklitçilikten sakınarak “Milliyetçi ruh” diyebileceğimiz Millet Partisi çizgisi ise Mareşal’ın dürüstlüğünden, Bölükbaşı’nın sert muhalefetinden, Alparslan Türkeş’in yiğitliğinden taviz vermeden büyümeye, gelişmeye devam etmiştir.
Milliyetçi Hareket Partisi, “Jakoben Laikar” Cumhuriyetçilerle, “Küçük Amerikacı” Liberallerin dışındaki “özel bir damardan” gelmektedir.
MHP’nin tarihsel köklerine yabancı olan siyaset yorumcuları, onun her iki tarafa karşı yürüttüğü muhalefetin kendi tarihi kodlarına uygun ve özgün bir politika olduğunu fark etmekte zorlanmaktadırlar.
MHP, CHP’nin 23 ruhundan uzaklaştığı 70’li yıllarda bu partiye karşı Demirel ve Erbakan’la koalisyon yapacak, hatta 80’lerde Refah Partisiyle seçim ittifakına girecek kadar muhafazakâr omurgalı bir siyaset izleyebilmiştir.
Bunun yanında 46 ruhunun temsilcisi olduğunu iddia eden AKP’nin 38 ruhu CHP’siyle değil, 23 ruhuyla yani Cumhuriyetle hesaplaşma yoluna girdiği bu günlerde de MHP, alabildiğine 23 ruhuna sarılarak Cumhuriyetçi bir mücadele içine girebilmiştir.
Bu durum, 1923’te Cumhuriyetle bütünleşen Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti yani Kurtuluş Savaşı ruhunun yalnızca MHP tarafından sahiplenildiğinin bir göstergesidir.
Basın’ı, TRT’yi, YÖK’ü ve Diyanet’i ele geçirdikten sonra Anayasa yargısına ve TSK’ya hükmetmeye çalışan AKP’nin 1923 karşıtı hücumlarına bir tepki olarak MHP’nin 12 Eylül referandumunda Hayır kampanyası yürütmesinin arkasında bu tarihi bilinç yatmaktadır.
1923’e, Atatürk’e ve Kuva’y-ı Milliyeye en yakın olan damar, bu Milliyetçi-Ülkücü damardır. Ayrıca bu üç eğilim dışındaki siyasi partiler, ha vardır ha yoktur. Yani bunlar gerçekte tabelası farklı olan “parti içi muhalefet” hareketleridir. En yakın oldukları partiden oy çalmak dışında bir tarihi işlevleri yoktur. Böylece kendi davalarına zarar vermektedirler.
Türk siyasetinde bu üç damarın dışında yeni ve “özgün damarlı” bir partiyi kaldıracak genişlikte bir ideolojik hacim de yoktur. Bu yüzden de Kuva’y-ı Milliyecilerin, vatanseverlerin veya milliyetçilerin, MHP dışında siyaset yapmaları adeta partinin “bahçe duvarının dışında parti içi muhalefet yapmalarından” başka bir şey değildir.
Türkiz Dergisinin Eylül Sayısından.. _____________________________________________
Kaynakça
AKÇURA, Yusuf; “Üç Tarz-ı Siyaset”, TTK Yayınları, Ankara, 1976
AKYOL, Taha; Alparslan Türkeş Röportajı, HERGÜN Gazetesi; 9 Ekim 1977
GÖKALP, Ziya; “Halkçılık”, Yeni Mecmua, Sayı 32, İstanbul, 14 Şubat 1918
GÖKALP, Ziya; “Türkçülük nasıl doğdu”, Yeni Mecmua, Sayı 40, İstanbul, 18 Nisan 1918
GÖKALP, Ziya; “Türkçülüğün Esasları”, Milliyetçi Hareket Yayınları İstanbul, 1969”
NALBANTOĞLU, Muhittin; “ Alparslan Türkeş’le Tarihi Konuşmalar, Zümrüt Yayınları, İstanbul, 1986
TUNAYA, Tarık Zafer; “Türkiye’de Siyasi Partiler”, Ankara, 1984
TURGUT, Hulusi; “Türkeş’in Anıları- Şahinlerin Dansı”, ABC Yayınları, İstanbul, 1995
TÜRKEŞ, Alparslan; “Dokuz Işık” İstanbul, 1973”
Eğer “Türk siyasi hayatı” başlığı ile akademik bir çalışma yapmayı hedefliyorsanız, bu başlık altında en fazla yüz elli yıllık bir dönemi tarayabilirsiniz. Ondan öncesi için gerçekçi başlık, “Osmanlı devlet yönetimi”dir. Türkiye’de siyasi partilerin tarihi 120 yıldan biraz fazladır ve bu nedenle de konu henüz objektif tarihçilerin eline düşmüş değildir. “Türkiye’de Siyasi Partiler” çalışmasının bir hukukçu tarafından yapılmış olması da aynı nedenle sürpriz sayılmamalıdır. (TUNAYA, 1952,1984)
Günümüzde “Türk siyasi hayatı” denince aklımıza önce siyasi liderler, sonra siyasi partiler, ilginç olaylar, kulisler, seçimler, bayraklar, semboller ve bütün bunların renkli hikâyesi geliyor. Oysa yaklaşık yüz elli yıl önce bu başlık, en fazla “Osmanlı siyasi hayatı” olarak atılabilir ve çalışma, estetik açıdan ancak gri renkli bir mermer bloğun boyuna kesilmesi kadar zevk verebilirdi.
Sarayın tüketim kalıplarındaki eşsiz renk ahengine ve bütün estetik zenginliğe inat, 1860’larda bu siyaset mermerindeki en ilginç damarlar, muhtemelen, 550 yıllık Osmanlı geleneğine Tanzimat’la eklenmiş Avrupai çizgiler olurdu. Bütün ilginç ve aykırı renkleriyle Türk siyasi hayatının bugünkü demokratik çizgisine gelmesinin ilk kahramanları hiç şüphesiz ki sürgünleri ve ölümleri göze alabilen Türkçüler, hürriyetperver Türk milliyetçileridir.
GİRİŞ: MHP Türkçülüğünün politik açılımı: Halkçılık ya da Demokrasi…
Günümüzde yani ilk siyasi parti olan İttihat ve Terakki’nin gizli bir örgüt olarak ortaya çıkmasından 120 yıl sonra, “Türk siyasi hayatı” denince akla birbirinden farklı tarihi damarlardan beslenen ve anayasa çerçevesinde faaliyet gösteren siyasi partiler gelmektedir. Bu demokratik renkliliğin temel nedeni, o yıllardaki mücadelenin, 1923’te tarafların değişimci olanı tarafından kazanılmış olmasıdır. Bu değişimci kanat, İttihat ve Terakki, kazanan ise onun Türkçü kanadıdır.
Ziya Gökalp, İTC kurucularından, Osmanlı Askeri Tabibi ve düşünce adamı Hüseyinzade Ali Bey’i “Türkçülükle Halkçılığın mürşidi” olarak görmüş ve 1918’de Yeni Mecmuada yayınlanan “Türkçülük Nasıl Doğdu” başlıklı makalesinde bu düşüncesini açıklamaktan çekinmemiştir. O’na göre, “Ali Bey, Petersburg darülfünununda iki tesir altında kalmıştı: Panislavizm, Sosyalizm… Ali Bey Panislavizmden Pantürkizm mefkûresini (ülküsünü- Ş.A.) çıkardığı gibi Sosyalizmden de Halkçılık ahlâkını aldı.” (GÖKALP, 18 Nisan 1918)
Kanaatimiz odur ki; ilk Türkçüler, özellikle de Gökalp, “Halkçılık” kelimesini “Demokrasi” anlamında kullanmıştır. Ancak tek partili hayat – demokrasi çelişkisi yüzünden olsa gerek zaman içinde Halkçı politika, “demos–kratia” (yani demokrasi) ideali olarak değil sehven “fakir ahaliyi sağlıklı, kültürlü ve uygar kılma programı” olarak algılanmış ve uygulanmıştır. Halkevleri, Halk Eğitim Merkezleri ve Hıfzıssıhha faaliyetlerinin CHP’deki Halkçılık ilkesinin açılımı olarak anlatılmasının manası budur.
Gökalp’in Kapitalizm ve Sosyalizm karşısında bir orta yol olarak ortaya koyduğu Siyasi Halkçılık, (democratie-politique) aynı zamanda kapitülasyonların doğurduğu yerli-yabancı ve Türk-İslâm unsuru-gayrimüslim cemaat ayırımlarına da son vermektedir.
Gökalp’e göre “Haricî ve dahilî kapitülasyonların ilgası bu imtiyazları da ref ettiğinden bugün Türkiye’nin siyasî nokta-i nazardan tamamiyle demokratik, yani halkçı bir cemiyet olduğunu iddia edebiliriz.” (GÖKALP, 14 Şubat 1918) Bu alıntıyı, cümlenin içeriğindeki Demokrasi-Milliyetçilik aşkından çok, “Halkçı” kelimesinin nasıl “Demokrat” kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanıldığına dikkat çekmek için yaptığımı belirtmekte fayda görüyorum.
Ziya Gökalp, Türkçülükle Halkçılığın birbirinden ayrılamayacağını dini referanslardan esinlenerek de vurgulamıştır: “Dini ilmihalimiz, bize inançta mezhebimizin Maturidilik ve hukukta mezhebimizin Hanefilik olduğunu öğretiyor. Bizde, buna benzeterek, şu ilkeyi ortaya atabiliriz: Politikada mesleğimiz Halkçılık ve kültürde mesleğimiz Türkçülüktür”(GÖKALP: 1969, s 121).
Gökalp’in yolundan giden Atatürk, 1923’te Halk Fırkası programına ve 1937’de 1924 Anayasasına (5 Şubat değişikliğiyle) Halkçılık ve Devletçilik ilkelerini eklemekle “Dayanışmacı Demokrasinin” (Solidarist Halkçılığın) toplumsal ve iktisadi gereklerini hukuken yerine getirdiğini düşünmüş olmalıydı. Ancak Cumhuriyeti kuranların demokrasi konusundaki iyi niyeti, “tek parti” yönetiminin gölgesinde, yanlış anlaşılan ve uygulanan “Halkçılık” paravanının arkasında kalmıştır. MHP’nin de 9 Işık’taki Gelişmecilik ve Halkçılığı, demokrat kimliğin bir kartviziti gibi sunabildiğini savunmak güçtür.
Bundan 100 yıl önce “Demokrasi” ile “Halkçı Politika” aynı şeylerdir. Ziya Gökalp Türkçülüğü, halkçı politikaya uygun yani demokratik bir Türkçülüktür. MHP’nin “9 Işık”la doktrine ettiği ve MHP ile harekete geçirdiği Milliyetçik de işte böyle bir Milliyetçiliktir. Cumhuriyeti kuran Türk halkını her bakımdan güçlendirerek, dünyada söz sahibi bir millet haline getirmek ve bu ulusal gücü Türk birliği için kullanmak… Sıkça tekrarlanmasa da Türk Milliyetçilerinin hedefi budur.
Bu hedefe yönelmek için öyle çok derin halk, millet, ümmet, Turancılık Türkçülük, Ulusçuluk, Ulusalcılık kavram tartışmalarına da gerek yoktur. Milletler kavgasında ayakta kalmaya kararlı, adam gibi adam olmak yeterlidir. Bu tartışmalar, genellikle oyun bilmeyen gelinin “yerim dar” demesine benzer kaçış yollarıdır.
I. BÖLÜM: MHP’nin Türkçü tarihi damar üzerindeki yolculuğu
Türk siyasetindeki ana damarlardan bahseden ilk yazar, İTC’nin gizli kuruluşundan 15 yıl sonra konuyu kaleme alma cesaretini gösteren Yusuf Akçura’dır. O’nun 1904’te “Üç Tarz-ı Siyaset”iyle yaptığı saptamadan bu yana Türkiye’de siyasi partiler gizli veya açık İslamcılık ve Türkçülük ana damarlarından beslenmiştir. Türkçülüğün anayasal güç haline geldiği 1924’ten sonra kurulan partilerin hepsi anayasal olarak sözde “Türk Milliyetçisi”dirler. Ancak bu partilerin çok azı Milliyetçiliğin hakkını verebilmiş, demokratik hayatı borçlu olduğumuz “halkçı milli mücadele”ye, Türklük bilinciyle sadık kalabilmişlerdir.
Akçura, bir Türk Milliyetçisi olarak 1804’teki Sırp isyanından beri darbe üzerine darbe alan “Osmanlıcılığın” başarısından umutlu değildi. Osmanlıcılık artık bir siyasi ana damar olma kabiliyetinde değildi. II. Mahmut reformları, Tanzimat ve Islahat Fermanları, bu damardaki tıkanıklığı açamamış, tam tersine damar irredantist hücumlarla tamamen tıkanmıştı.
Kendisinden önceki milliyetçilere göre daha cesur, askerlere göre ise daha gerçekçi olan Akçura, “İslam Birliği”ne ve “Türk Birliği”ne eşit şans verirken, Türkçülüğü ilk kez siyasi bir model olarak gündeme getirebilmenin kapısını aralıyordu. (AKÇURA, 1976, 35)
II. Meşrutiyette siyasi hayat renklendiğinde artık İslamcı ve Türkçü partiler kurulabilirdi; ancak artık Osmanlıcı bir partinin başarı şansı kalmamıştı. 1912’de Trablusgarp’ı, 1913’te Arnavutları, 1917’de Hicaz, Yemen, Irak, Ürdün, Filistin ve Suriye’yi de kaybedince İslam Birliğinin hayat alanı daralırken, Türkçülüğün siyaset kabiliyeti daha da güçlendi.
1919’da Kurtuluş Savaşı, Anadolu ve Rumeli’de Türklüğün, ümmet temeli üzerine bina edildiği yeni bir uluslaşma sürecini başlattı. Artık Ortadoğu resmen elden gitmiş, İslam Birliği için artık yapacak fazla bir şey kalmamıştı. Ortadoğu haritası savaşlarla yeniden çizilirken siyasetin de askerlerin eliyle şekillenmesinde şaşıracak bir şey yoktu. Askerler, “kal” yani teori ne olursa olsun “hal”den yani yaşanılan pratikten dolayı Türkçüydü ve Üç tarz-ı siyasetten geriye kalan sadece Türkçülük olmuştu.
Yakın tarihimizde demokrasinin gelişiminde, millet, halk ve “Türk” kavramlarının nasıl da yan yana güçlendiği dikkatlerden kaçmıştır. Siyasette Türkçülüğü, Türk Milliyetçiliğini bir çözüm alternatifi olarak gören fikir adamları, örgütlenmeyi de tek yol olarak görmüşlerdi. 1889’da Askeri Tıbbiye’deki genç soydaşlarına örgütlenmeyi telkin ederek İttihat ve Terakki’nin fikir babası olan Hüseyinzade Ali Bey, Rusya’daki öğrencilik yıllarında hem Türklüğün ve demokrasinin hem de örgütlü mücadelenin önemini kavramış bir Turancıydı. Cemiyetten partiye geçilen II. Meşrutiyette ise parti, dış siyasetin zorlamasıyla hızlı bir şekilde asker kökenli Türkçülerin hâkimiyetine girdi. (1908-1914)
Türkiye’de demokratik bir siyasi hayat için mücadele eden Ziya Gökalp, Yusuf Akçura gibi Türkçülere göre halk demek, Türk demekti, halkın iktidarı anlamına gelen demokrasi de Türk’ün yönetimde söz sahibi olmasıydı. Böylece Türkiye’de Milliyetçilikle demokrasi aynı anda gelişti.
1- Türkçülükten Müdafaa-i Hukuka geçiş
Mustafa Kemal’i, Enver’in başını çektiği İttihatçı generallerden ayıran en önemli unsur, O’nun İngiliz tipi demokrasi yerine Fransız tipi demokrasiyi yani laik Cumhuriyeti çıkar yol olarak görmesiydi. Bu yüzden halk daha meşrutiyetin evrimci enerjisini özümsemeye çalışırken, O’nun cumhuriyet gibi devrim gerektiren bir amaçla harekete geçmesi, Meşrutiyet için kurana el basmış İttihatçı dava arkadaşlarıyla arasındaki kopuşun bir başlangıcı oldu.
Sarayla “hürriyet aşığı” Enver arasında hâkimiyet mücadelesi sürerken Mustafa Kemal iki karşıt alternatifin arasından sıyrılarak hakimiyeti şu “fakir ve asil” millete devretmeye karar verdi. Bu karar, Fransız tipi jakoben bir tavırla Türk tipi babacan bir milliyetçilik arasında bir yerlerde alınmıştı.
Okur-yazar oranı % 15 kentli nüfus oranı % 10 olan bir ülkede Milliyetçi fikirlerin halkla buluşamaması, mütefekkirlerin jakoben olmasından değil, ülkenin ulaşım ve iletişim pratiğinden kaynaklanıyordu. 1919’da Mustafa Kemal’in Anadolu’da sivil çalışmalar yapması, ve kongreler toplaması, Milliyetçiliğin tabana yayılması için bulunmaz bir fırsat oldu.
Bu yolla, Türkçülük, “Üç Tarz-ı Siyaset”in alelade bir ayağı olmaktan çıkıp, büyük bir ekseriyetle halkın siyasi tercihi halini aldı. Kurtuluş Savaşı’nı yapan siyasi irade, işte bu Kuva’y-ı Milliye ruhudur. Mustafa Kemal, Sivas Kongresinde bu ruhla hareket eden bütün bölgesel cemiyetleri birleştirerek “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adını verdi. Bütün meşru siyasi partilerin temeli bu cemiyete dayanır. Ancak pek çok siyasi parti, bu bilinçten yoksun olarak kurulmuş ve kapanmıştır. Bu maziyi, kurtuluş savaşını ve ana siyasi damarları tanımadan günümüzün siyasi olaylarını sağlıklı olarak analiz etmek mümkün değildir.
2- Müdafaa-i Hukuk’tan Halk Fırkası’na geçiş…
Siyasi partiler, aslında bir fikri, düşünceyi, ideali yaşatmak için kurulurlar, bu ideolojinin veya programın iktidar olup olmaması ise tamamen şartlara bağlıdır. İnsanlar ölümlüdür. Kurumlar ise yeni nesillerle ve kadrolarla fikirlerin, ideallerin taşıyıcısı olurlar. Kurucuların fikirleri ve idealleri, artık o partideki daha genç görevlilere emanettir.
Mustafa Kemal Atatürk, CHP’yi kurarken çok akıllı bir taktik uygulamıştı. Ülkedeki tüm “Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri”, bir gecede tabela değiştirerek “Halk Fırkası”na dönüşmüş; böylece Kurtuluş Savaşıyla, Cumhuriyet rejimi iç içe geçmişti. CHP’ye dışarıdan sataşanlar, hem parti programıyla özdeşleşen anayasaya ve rejime hem de İstiklal harbine ve Lozan’a sataşmış olacaklardı.
Bu yüzden Atatürk’ün sağlığında ciddi ve kalıcı bir dış muhalefetten söz edilemezdi. 1924’te ve 1930’da kontrollü muhalifler ortaya çıktıysa da bunlar, TCF ve SCF adlarıyla partileşen, derin İttihatçı faaliyetlerdi. Atatürk hayatta iken, iktidara gelme ihtimali olan denetimsiz bir muhalefet partisinin kurulması mümkün değildi. Biz burada CHP’deki Atatürk zamanında ve sonrasında yaşanan sıkıntıları ve bölünme sebeplerini incelemeyeceğiz. MHP’nin beslendiği Türkçü damarın izini sürmeye devam ediyoruz.
3- Parçalanma, Demokrat Parti ve Millet Partisi’nin kuruluşu
Atatürk’ten sonra etkisini artıran CHP’deki parti içi muhalefet, 1945’te önce Demokrat Parti olup ayrıldı. 1948’de ise DP’nin muhalefetini yetersiz bulan sert muhalifler, Millet Partisini kurdular. Böylece Kurtuluş Savaşı’nı yapan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, üçe ayrılmış oldu. 1923 ruhu üç parçaya ayrılmıştı:
- CHP, İnönü’ye kalmıştı. (1938 Ruhu)
- DP, Celal Bayar’daydı. (1946 Ruhu)
- MP’nin başında ise Yusuf Hikmet Bayur vardı. (1948 Milliyetçi Ruhu)
4- Millet Partisinden Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne geçiş
Millet Partisinin sembol ismi Mareşal Fevzi Çakmak’tı. 1924’te “Askerler ya meclise ya kışlaya” komutuyla asli görevine dönmüş; fakat İsmet Paşa’yla ilgili derin kaygılar 22 yıl sonra O’nu tekrar siyasete döndürmüştü. 46’da Demokrat Parti Milletvekili olduktan sonra Sorbonne mezunu, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, Tarihçi Yusuf Hikmet Bayur’la birlikte Millet Partisi’ni kurdu. O’nun vefatından bir süre sonra 1954’te Millet Partisi kapatıldı. On gün sonra Osman Bölükbaşı, aynı omurga üzerinde Cumhuriyetçi Millet Partisini kurdu. Bu parti 1958’de Köylü Partisiyle birleşerek CKMP oldu.
5- CKMP’nin MHP’leşmesi
Alparslan Türkeş, Cumhuriyetçi “Köylü Millet” Partisi adını ve mütevazı yapısını Gökalp’in sosyal dayanışmacı Türkçülüğünü hatırlatmak için iyi bir platform olarak değerlendirmiş olmalıdır.
Sürgün dönüşü 1965’te Alparslan Türkeş, Ahmet Er, Muzaffer Özdağ, Dündar Taşer gibi 14’ler grubunda kader birliği eden dava arkadaşları hep birlikte Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinde siyasete başladılar ve aynı yıl Türkeş, partinin genel başkanı oldu. CKMP, 1969 Kongresinde Milliyetçi Hareket Partisi adını aldı.
27 Mayıs hareketinin içinde bulunarak Sosyalist azınlık iktidarı (bir tür BAAS) planlarının farkına varan Alparslan Türkeş, Hindistan dönüşü CKMP üzerinden siyasete atılırken, cuntacı devrimci solun sokak hâkimiyetine karşı koyacak bir gençlik örgütlenmesini de başlattı. İttihat ve Terakki’den bu yana Türk subayları ülke siyasetine ilgi duymuşlardı ancak müesses nizam içinde tek başına doktriner bir mücadele başlatan herhangi bir asker olmamıştı. Türk İnkılâbı, kurulu düzendeki bir siyasi faaliyet olarak görülemez. Bu nedenle Atatürk’ün askeri şahsiyeti üzerinden bir mukayese yapmak yanlıştır.
Türk siyasetinin Türkçü tarihi damarı üzerinde kurulup da ayakta kalabilen tek parti olan Milliyetçi Hareket Partisi, 9 Şubat 2011’de 42. kuruluş yılını kutlamıştır.
II. BÖLÜM: MHP’nin karakteristik özellikleri
A- Partinin Türkçü ve Halkçı karakteri:
Petersburg’da devrimci halkçılık tahsil etmiş, Hüseyinzade Ali’nin yolundan giden Gökalp, “politikadaki mesleğimiz halkçılıktır” derken Türkçülükten, devrimci bir kalkınma ideolojisine kapı aralamış oluyordu. Atatürk bu devrimin devrimcisiydi. Bazılarının yanlış anladığı gibi sınıfçı Sovyet devriminin değil. Atatürk’ün ölümünden sonra, düşünce ve uygulama tembelliği yüzünden Türk’e özgü tasarlanmış Gökalpçi solidarist modelin yerini, Sosyalist Sovyet veya Liberal Amerikan modellerinin alması, MHP’nin 1960’larda ortaya çıkışındaki en önemli amillerden biri olmuştur. “Her şey Türk İçin Türk’e göre Türk tarafından” MHP’nin unutulmaya yüz tutan Mustafa Kemal Türkçülüğünü çağrıştıran ilk sloganı oldu.
Gökalp, aydınların iki nedenle, a) Kültür almak için b) Medeniyet vermek için halka gitmesi gerektiğini söylüyordu. Her şey böyle başlamıştı. Ancak, 1940’larda halka vergi almak, 1950’lerde ise oy almak için gidilmişti. Kimsenin bir şey verdiği de yoktu. Halk kendiliğinden göçünü kaldırıp kente gelirse uygarlığın bir ucundan nasipleniyordu. Türkeş ve arkadaşları, komünist üreten bir bataklığa dönüşen bu sahte halkçılığa ve demokratlığa karşı, öz kaynaktan beslenen sert damarlı bir milliyetçi muhalefet başlatarak sisteme meydan okudular. Sistem onlara önce taş, sopa ve tabancayla, sonra da postalları ve tanklarıyla cevap verdi; 12 Eylül, demokrasinin her karesi gibi MHP’yi de ezdi geçti.
B- MHP’nin demokratlığı:
Kendisiyle yapılan bir röportajda Alparslan Türkeş,
“Ülkümüz yolunda siyasi mücadeleye girdiğimden beri demokrasiyi savundum…
Bütün konuşmalarımda demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü savundum. Bir
partinin totaliter olması için fikir oluşturma faaliyetlerinin demokrasiyi savunmaması,
hür düşünce ve hukuka bağlılığı hiç olmazsa taraflarına telkin etmemesi gerekir.
Hâlbuki biz, hür düşünceyi, hukukun üstünlüğünü savunduk ve işledik.”
demektedir. (AKYOL: 1977) Ayrıca Alparslan Türkeş’in şu sözü yıllarca Ülkü Ocaklarının duvarlarını süslemiştir: “En kötü hukuk düzeni bile en iyi darbe düzeninden daha iyidir.”
C- Bir İddia: “Ülkücüler, demokrasi kahramanı ve demokrasi şehitleridir”
Hukuk düzenini savunan Ülkücülerle sandıkla iktidara gelme ümitleri olmadığı için “İktidar namlunun ucundadır” diyen Devrimciler, 1970’lerde sokaktaki çatışmanın taraflarıydı. Ülkücülerin Alparslan Türkeş’in sağladığı disiplin içinde iki farklı hizibe ayrılması bile mümkün değilken solda birçok silahlı fraksiyon ortaya çıkmıştı. Maocular Lenincileri öldürüyor, Leninciler Enver Hocacıları kovalıyordu. Genellikle de Ülkücülere acımasızca saldırıyorlardı.
Birçok MHP il başkanı, ilçe başkanı öldürülüyor, Ülkücü gençlerin bu mücadeledeki kayıpları binlerle ifade ediliyordu. MHP parlamentodaydı, karşısındaki silahlı güce ve ekonomik imkânsızlıklara rağmen hukuk düzeni içinde seçimlere giriyor, iktidar olmaya çalışıyordu. Bilimin objektifinden bakıldığında, dünyanın neresinde olursa olsun böyle bir lider yani Alparslan Türkeş bir demokrasi kahramanı, onun izinden ölüme giden Ülkücüler de birer “demokrasi şehidi”dir.
Sarayburnu’ndan İmralı’ya tünel kazmayı düşünerek mizah yaratanlar hariç Türkiye’de hiç kimse Menderes’i asan darbeci siyaset kültürüne karşı mücadele etme, sokağa çıkıp can verme cesaretini gösterememişti. Oysa o demokrasi cellâtlarının yolundan giden sosyalist cuntacı sola karşı silahlanmak zorunda kalan Ülkücüler, genellikle sağcı demokratların çocukları ve torunlarıydı. Karşılarında ise darbeye “Ak Devrim” diyen CHP’li ailelerden gelen gençler vardı. Böylece 1978 CHP’si, 68’li devrimci gençlerin arkasındaydı. Bugünkü Marksist bölücü örgüt PKK’yı besleyip büyüten de 1970’lerin kozmopolit CHP’sidir. Türk basınının CHP’nin yayın organı durumuna gelmiş Ulus’tan ve Akis’ten yetişme ustaları ile onların çırakları ne yazık ki bu dönemin doğru anlaşılmaması için ellerinden geleni yapmışlardır. Bu nedenle toplum ve gençliğin MHP’nin demokrat yönünü tanıması ve onun halkçılığını anlaması hala tam olarak mümkün olamamıştır.
Ülkücüler, 12 Eylül öncesinde adını bile koymadan ölümcül bir demokrasi mücadelesi vermişlerdir. Soğuk savaşın kardeş kavgası üreten mücadele sistematiği, onları, “seçimle iktidara gelebilmek için” yöneticilerinin ve mensuplarının ölümü göze aldığı bir siyasi partinin taraftarı yapmıştı. Rakipleri, Ülkücülere “Faşist” diyorlardı. Halbuki faşizm suçtu ve Ecevit döneminde bile Türk mahkemelerinde faşizm suçundan yargılanan tek bir Ülkücüye bile rastlanmamıştı. 12 Eylül askeri mahkemelerinde de böyle bir suçlama görülmeyecekti. Ancak, bu söz Ülkücülere o kadar çok söylendi ki; zaman içinde Ülkücüler, düşmana korku veren bir palabıyık misali, bu etiketi zımnen benimsemeye başladılar.
Bir yandan da Ülkücü teşkilat disiplininde askeri emirlerin sorgulanamazlığını ifade etmek için kullanılan, “Ülkücülükte demokrasi yoktur” sözü, demokrasi kavramıyla Ülkücülerin arasına bir perde çekmeye başlamıştı. Oysa Alparslan Türkeş, bütün silahlı Marksist saldırılara rağmen Ülkücüleri kavgadan uzak tutmaya, MHP’yi demokrasi yolundan ayırmamaya çalışıyordu.
Tarihte bir siyasi partinin demokratik sistem içinde iktidar olmaya çalışırken bu kadar çok can kaybına uğradığına dair başka bir örneğe sahip değiliz.
D- MHP’nin Atatürk ilkeleriyle maneviyatçılığı uzlaştırması
MHP’nin karakter çizgileri, Türkiye’de sağ denince akla Atatürk karşıtlığının sol denince de inanç düşmanlığının geldiği dönemlerde belirginleşti. Ülkücüler, 1970’lere doğru göğsünde Atatürk rozeti taşıyan ama ellerinden Marks’ın Lenin’in kızıl devrim hikâyelerini düşürmeyen Moskovacı komünistlerle tanıştılar. 1968’de 6. Filoya bağlı Amerikan askerlerinin Dolmabahçe’den denize dökülmesi efsanesinin Atatürk’teki gibi, milletle, siyasetin millileştirilmesiyle bir ilgisi olmadığını, hizmetin milletten ziyade işçi sınıfının yükselen Kızıl bayrağına, SSCB’ye olduğunu gördüler. CHP’nin genç tabanında önce sol, sonra sosyalizm, sonra da derinden derine Komünist devrim beklentileri, Atatürk ilkelerinin yerini almıştı.
Fakülte kantinlerinde, dergi köşelerinde ve örgüt bildirilerinde Atatürk’ün yerine Karl Marks, Laikliğin yerine Darwinist ateizm oturmuştu. Devrimci Sol, “yasadışı” TKP’nin 1955’te Doğu Berlin’de gerçekleştirdiği kongrede aldığı kararı uyguluyordu. “Bir ülkede aşılamayacak değerler ve semboller varsa, bunlar sosyalizm amacı uğrunda benimsenmeli ve bayraklaştırılmalıdır.” CHP iktidarlarının besleyip büyüttüğü sol fraksiyonlar için söz konusu sembolik değer, “Atatürk”ten başkası değildi. Bu hassas dönemde MHP’yi sahte Atatürkçülük karşısında temkinli, solun laikliği sömüren din karşıtlığı karşısında dine saygılı kılan gerekçelerden bazıları bunlardır.
Alparslan Türkeş, duvarında Atatürk resmi bulunmayan Ocakları denetlemez ve bu tavrıyla adeta cezalandırırdı. İçinde sosyal demokrat, sosyalist ve gizli Komünist unsurlar barındıran, iktidarı döneminde Marksist örgütlenmeleri kolaylaştıran CHP’ye karşı girişilen siyasi mücadele, pek tabiidir ki; “Laiklik üzerinden” yürütülemezdi. Marksist sınıf fanatikleri, doğru dürüst sınıf filan da bulamadıkları ülkemizde “Laikliği” değil, “Milliyetçiliği” ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı. Alparslan Türkeş, bu gerçekle daha İnönü zamanında 1944’te tanışmıştı.
Atatürk ilkeleri, Atatürk’ün adıyla ezberlenmiş olsalar bile bu prensipler aslında Türk Milletinin yaşama, var olma ve yükselme prensipleridir. 1960 darbesinden sonra Türk Milleti’nin devletiyle, devletin de milletin değerleriyle barışmasını merkeze alan MHP, bu ilkeleri ezberlemeden, ezberletmeden, bayrak yapıp asmadan, afiş ve tabela yapmadan yaşamıştır ve yaşatmıştır.
Söylemler ve politik hedefler bakımından Atatürk ilkeleriyle en az çelişen parti MHP’dir. CHP, Sosyalist enternasyonale üye olduğu andan Ecevit’in 1990’larda değişen dünyaya göre kendini yenilemesine ve Baykal’ın CHP’nin başına geçmesine kadar Milliyetçiliği tamamen unutmuş; Laiklik ilkesini ise “din ve vicdan özgürlüğü” tarafını pek de dikkate almadan militanca uygulama yoluna gitmiştir. Hatta bazı CHP’liler, kendi ateist yaşam tarzlarını, Laiklik olarak dayatma çabası içine de girmişlerdir. Bugünkü AKP iktidarının sorumlusu, jakoben CHP söylemleridir.
1970’lerde neden daha çok “Milliyetçilik” ve Maneviyatçılık vurgusu yapıldı?
Siyasi karakteri ve şöhreti, Komünizmle mücadele yıllarında oluşan MHP’nin Atatürk ilkelerinden özellikle Milliyetçiliği bayraklaştırması son derecede mantıklıdır.
Burası önemli:
1- “Din afyondur!” diyenlere karşı “Laikliği” değil; ancak dindarlığı savunabilirdiniz.
2- “Halkları özgürleştireceğiz, Çin Halk Cumhuriyeti gibi eşitlikçi devlet kuracağız!” diyenlere karşı “Halkçılığı” değil; Milliyetçiliği savunabilirdiniz.
3- Devrim yapacağız devrim; akın var akın, güneşin fethi yakın!.. diyenlere karşı “İnkılapçılığı” değil, muhafazakarlığı savunabilirdiniz.
4- “Burjuva sınıfına son vereceğiz!” diyerek katı bir devletçiliği, sosyalizmi savunanlara karşı “Devletçiliği” değil, küçük esnafı, mülkiyet hakkını, sosyal tabakaları savunabilirdiniz.
5- Enternasyonalist bir gençlik yetiştirmek amacıyla milli tarihimizin tamamına düşman olmuş rakipler karşısında köklere küskün bir “Cumhuriyetçiliği” değil, milli tarihi, Selçuklu’yu, Osmanlı’yı Atatürk’ün de “ecdadım” (dedelerim) dediği Alparslan’ı, Fatih’i savunabilirdiniz.
6- “MHP Milliyetçiliği” ile anayasal bir hak olan Atatürk Milliyetçiliği arasında, MHP’de 1923 CHP’sinin yerini alan kurumsal canlılık ve güncelleme kabiliyeti dışında hiçbir fark yoktur. MHP’ye “ırkçı” diyenler, kullanacak siyasi malzeme bulamayınca kolayca iftira atan ve Kürt oylarını toplamak için ajitasyon yapan Komünistler ve Siyasal Ümmetçilerdir.
E- MHP-Laiklik ilişkisi:
MHP’nin Din ve Laiklik konusundaki tutumu, diğer konulardaki dürüst ve samimi tutumundan farksızdır. 1970’li yıllar, kavgadan artan zamanlarda biraz da denetimsiz bir fikir savaşı ve adam kapma yıllarıydı. 60’lı yıllarda münazaralarda güç kazanan edebiyat bölümü öğrencileri, kantinlerde sazı eline aldı mı kolay kolay bırakmıyordu. Komünistler, Karl Marks’ın Hıristiyanlık için söylediği ve bu yüzden de kısmen haklı olan “din afyondur!” sözünün üzerine iki tane de cinsel özgürlük nutku patlatınca okul kantinlerinden taşralı abazan devşirme ihtimalleri birkaç kat artıyordu.
Ülkücülerin elinde ise “ortada işveyle süzülen” güzel kızlara karşı, “İslam ahlak ve fazileti,” hazneye kolayca sürülen kızıl mermilere karşı ise “Türklük gurur ve şuuru” vardı. Kavga mukaddesat zeminine oturduktan bir süre sonra “Rehber Kuran, Hedef Turan” ve “Kanımız aksa da Zafer İslam’ın” sloganları kavga meydanlarını çınlatmaya başladı. Böyle olunca da özellikle 1977’den sonra toplumda MHP’nin Laiklik konusundaki kararlılığı ile ilgili şüpheler oluşmaya başladı. Siyasi partiler, genellikle programları veya kağıt üzerinde kalmış projeleriyle değil, mensuplarının attığı sloganlarla şöhret bulurlar. MHP’nin İslam’la ve buna bağlı olarak Laiklik’le olan siyasi yakınlığının tanıtıcı reklamı da bu yüzden ne yazık ki sadece sloganlardan ibaret kaldı.
Siyaseti, centilmen bir hukuk savaşı gibi gören MHP yöneticilerinin hiçbir devirde dünyaya mal olmuş İslam’ı veya Türk Milletinin ortak değeri olan Atatürk’ü, siyasi bir amaç için kullanmaya çalıştığına tanık olamazsınız. MHP’liler, seçim meydanlarına daima kendi beşeri ürünleriyle çıkmışlardır. Ürünle ilgili bir tanıtım ve piyasa araştırması yapmasalar da başkalarının ürünleri üzerinden, Allah’ın dinini veya milletin Atatürk’ünü kullanarak siyaset yapmayı, illegal güç kullanımı veya kuralsızlık saymışlardır. Bu yüzden MHP’nin siyasi nutuklarında ne dinden ne de Atatürk ilkelerinden söz edildiğini duyabilirsiniz.
MHP, Atatürk gibi konuşur; fakat “Atatürk gibi konuştuk” demez. MHP’yi CHP’den ayıran budur.
MHP, inancı uğruna şehitler vermiş tek partidir fakat dini siyasete alet etmez. MHP’yi AKP’den ayıran da budur.
MHP, her iki partiye göre de Laikliğe daha uygun ve sadık bir tutum içindedir. Özellikle CHP tarafından laçkalaştırılmış Laikar tutumlardan kaçınır.
Kısacası MHP, İslam’ı ve Laikliği, vakur bir Türk edasıyla, lakırdı etmeden, dedikodusunu yapmadan yaşar. Ne inancı tanzim, ne laikliği dayatma… MHP’nin bu konularda Atatürk’ten ve Kuva’y-ı Milliye Ruhundan farklı bir söylemi yoktur. Laikliği bir sorun haline getirenler, onu yanlış okuyup, yanlış uygulayan ve yanlış dinleyip yanlış algılayanlardır. MHP’nin laiklik konusundaki tutumu, Millet sevgisine dayalı bir faydacılıktır. Milli birlik için Laiklik şarttır. Milli kalkınma için laiklik şarttır. Laiklik, inanç hürriyetini de temin ettiğine göre Milli huzur için laiklik şarttır. İrade-i cüziye olmadan ibadet caiz olmadığına göre makbul bir ibadet için de Laiklik şarttır. Laiklik anayasanın değişmez hükümlerinden birisidir. 42 yıllık tarihinde MHP’nin laiklikle ilgili olumsuz bir özel anısı olmamıştır.
SONUÇ: MHP’nin 1923 ruhunu tek başına üstlenmesi:
Günümüzde 1923 Ruhunun, Cumhuriyetin ürünü olarak siyaset sahnesinde yer aldığını iddia eden partilerin tarihi kodları incelendiğinde:
1- 1938 Ruhu adını verebileceğimiz. İnönü CHP’sinin, 1969’da Ortanın Solu’na, 70’lerde Sosyalist Enternasyonale kayarak bugüne kadar geldiğine hükmedebiliriz. Bu CHP, çoktan el değiştirmiş ve 68 kuşağı Marksist devrimcilerin eline geçmiştir.
2- 1946 Ruhu adı verilen Bayar-Menderes DP’sinin, AP döneminde de devam eden ilkesiz oy avcılığı nedeniyle oy deposu cemaatlerle uzlaşarak, 1923 ruhundan epeyce uzaklaştığını kabul edebiliriz. Ayrıca bu demokrasi hareketi, dünyadaki liberal ve açık toplumcu turuncu devrimlerden de etkilenerek son 10 yıl içinde milliyetçilikten tamamen kopmuştur. “46 Ruhu” söylemi, “Türk Baharı” sloganıyla en son AKP’nin ağzındadır.
3- 1948 Ruhu demektense taklitçilikten sakınarak “Milliyetçi ruh” diyebileceğimiz Millet Partisi çizgisi ise Mareşal’ın dürüstlüğünden, Bölükbaşı’nın sert muhalefetinden, Alparslan Türkeş’in yiğitliğinden taviz vermeden büyümeye, gelişmeye devam etmiştir.
Milliyetçi Hareket Partisi, “Jakoben Laikar” Cumhuriyetçilerle, “Küçük Amerikacı” Liberallerin dışındaki “özel bir damardan” gelmektedir.
MHP’nin tarihsel köklerine yabancı olan siyaset yorumcuları, onun her iki tarafa karşı yürüttüğü muhalefetin kendi tarihi kodlarına uygun ve özgün bir politika olduğunu fark etmekte zorlanmaktadırlar.
MHP, CHP’nin 23 ruhundan uzaklaştığı 70’li yıllarda bu partiye karşı Demirel ve Erbakan’la koalisyon yapacak, hatta 80’lerde Refah Partisiyle seçim ittifakına girecek kadar muhafazakâr omurgalı bir siyaset izleyebilmiştir.
Bunun yanında 46 ruhunun temsilcisi olduğunu iddia eden AKP’nin 38 ruhu CHP’siyle değil, 23 ruhuyla yani Cumhuriyetle hesaplaşma yoluna girdiği bu günlerde de MHP, alabildiğine 23 ruhuna sarılarak Cumhuriyetçi bir mücadele içine girebilmiştir.
Bu durum, 1923’te Cumhuriyetle bütünleşen Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti yani Kurtuluş Savaşı ruhunun yalnızca MHP tarafından sahiplenildiğinin bir göstergesidir.
Basın’ı, TRT’yi, YÖK’ü ve Diyanet’i ele geçirdikten sonra Anayasa yargısına ve TSK’ya hükmetmeye çalışan AKP’nin 1923 karşıtı hücumlarına bir tepki olarak MHP’nin 12 Eylül referandumunda Hayır kampanyası yürütmesinin arkasında bu tarihi bilinç yatmaktadır.
1923’e, Atatürk’e ve Kuva’y-ı Milliyeye en yakın olan damar, bu Milliyetçi-Ülkücü damardır. Ayrıca bu üç eğilim dışındaki siyasi partiler, ha vardır ha yoktur. Yani bunlar gerçekte tabelası farklı olan “parti içi muhalefet” hareketleridir. En yakın oldukları partiden oy çalmak dışında bir tarihi işlevleri yoktur. Böylece kendi davalarına zarar vermektedirler.
Türk siyasetinde bu üç damarın dışında yeni ve “özgün damarlı” bir partiyi kaldıracak genişlikte bir ideolojik hacim de yoktur. Bu yüzden de Kuva’y-ı Milliyecilerin, vatanseverlerin veya milliyetçilerin, MHP dışında siyaset yapmaları adeta partinin “bahçe duvarının dışında parti içi muhalefet yapmalarından” başka bir şey değildir.
Türkiz Dergisinin Eylül Sayısından.. _____________________________________________
Kaynakça
AKÇURA, Yusuf; “Üç Tarz-ı Siyaset”, TTK Yayınları, Ankara, 1976
AKYOL, Taha; Alparslan Türkeş Röportajı, HERGÜN Gazetesi; 9 Ekim 1977
GÖKALP, Ziya; “Halkçılık”, Yeni Mecmua, Sayı 32, İstanbul, 14 Şubat 1918
GÖKALP, Ziya; “Türkçülük nasıl doğdu”, Yeni Mecmua, Sayı 40, İstanbul, 18 Nisan 1918
GÖKALP, Ziya; “Türkçülüğün Esasları”, Milliyetçi Hareket Yayınları İstanbul, 1969”
NALBANTOĞLU, Muhittin; “ Alparslan Türkeş’le Tarihi Konuşmalar, Zümrüt Yayınları, İstanbul, 1986
TUNAYA, Tarık Zafer; “Türkiye’de Siyasi Partiler”, Ankara, 1984
TURGUT, Hulusi; “Türkeş’in Anıları- Şahinlerin Dansı”, ABC Yayınları, İstanbul, 1995
TÜRKEŞ, Alparslan; “Dokuz Işık” İstanbul, 1973”
Ptsi Kas. 18, 2024 1:39 pm tarafından Dilaver
» Selami Sahin - 33 Albüm...9 adet 45 lik-24 Albüm...
C.tesi Kas. 16, 2024 8:27 pm tarafından karbeyaz
» Hayri Şahin 39 Full Albüm...
C.tesi Kas. 16, 2024 12:02 pm tarafından karbeyaz
» Ferhat Göçer 23 Full albüm...
C.tesi Kas. 16, 2024 11:55 am tarafından karbeyaz
» Halimiz Ahvalimiz 8 Full album...
C.tesi Kas. 16, 2024 11:50 am tarafından karbeyaz
» Nesrin Sipahi - 18 albüm ve 45 likleri...
Çarş. Kas. 13, 2024 8:17 pm tarafından yürek_desin
» Tas Plak Meyhaneleri - 12 Full Albüm...
Çarş. Kas. 13, 2024 9:22 am tarafından furkan0116
» TAŞ PLAKLARDAN GAZELLER
C.tesi Kas. 02, 2024 9:08 pm tarafından cvvccv
» Tas Plaklar + Nostalji sesler 4 Bölüm...
C.tesi Kas. 02, 2024 8:46 pm tarafından cvvccv
» Taş Plak Nostalji Serisi 20 Albüm Tsm...
C.tesi Kas. 02, 2024 8:22 pm tarafından cvvccv
» Logo - 50
Ptsi Ekim 21, 2024 8:14 am tarafından Seheryeli
» Logo - 49
Ptsi Ekim 21, 2024 8:11 am tarafından Seheryeli
» Logo - 48
Ptsi Ekim 21, 2024 8:10 am tarafından Seheryeli
» Logo - 47
Ptsi Ekim 21, 2024 8:08 am tarafından Seheryeli
» Logo - 46
Ptsi Ekim 21, 2024 8:07 am tarafından Seheryeli
» Logo - 45
Ptsi Ekim 21, 2024 8:05 am tarafından Seheryeli
» Logo - 44
Ptsi Ekim 21, 2024 8:04 am tarafından Seheryeli
» Logo - 43
Ptsi Ekim 21, 2024 8:00 am tarafından Seheryeli
» Logo - 42
Ptsi Ekim 21, 2024 7:59 am tarafından Seheryeli
» Logo - 41
Ptsi Ekim 21, 2024 7:58 am tarafından Seheryeli